Prof. Dr. Bedi N. Şehsuvaroğlu Tıbbi meslek adâbı ve mevzûatına dair yazdığı "Tıbbî Deontoloji" isimli eserinde insandan insana nakillerde görülen bağdaşma problemlerinden bahsettikten sonra, bu meseleler çözülse bile insandan insana organ naklinin gereksiz olduğunu, yapay organlar geliştirilmesi gerektiğini savunmaktadır.
Kitabında "Organ nakli" mevzusunu "İnsanlarda Doku ve Organ Nakli" başlığı altında müstakil olarak irdeleyen Prof. Şehsuvaroğlu "Beyin ölümü"nün kabul edilmesine eleştiriler getirmekte ve bunu tıp ahlakı ile ilişkilendirerek "O halde insandan insana organ naklinden ya vazgeçeceğiz veyahut da bugünkü tıp ahlâkına veda edececeğiz." demektedir. Tababet gibi kutsal bir mesleğin ahlâktan yoksun kalmasını ise "KAPLANIN KANATLANMASI KADAR KORKUNÇ" bir durum olarak vasıflandırmaktadır.
"Zira bugün herkes bilmektedir ki, insanlarda kan gurupları gibi doku grupları da çeşitlidir ve bu arada, hatta çözülmesi gereken başkaca bağdaşma mes'eleleri vardır. Bunlar çözülmeden organ nakli yararsızdır. Kaldı ki, bu mes'eleler çözüldükten sonra da insandan insana organ nakli gene gereksizdir. İdeal olan sunî veya dakron gibi plastik maddelerden hatta kauçuktan yapılmış yapma organları bu amaçla kullanabilmektir.
Ancak bundan sonradır ki organ naklinin toplumda uyandırdığı allerji son bulur. Sosyal ve hukuki problemler kadar etik, hatta dinî problemler de çözülür." (Sayfa: 82)
"Hekimin ilk vazifesi, ana karnına düştüğü andan itibaren hayata saygı göstermektir ve en az 2500 yıldır her hekim bu görevi yeminle güçlendirir. Onun için organ nakli Deontoloji'de büyük bir problem olmuştur." (Sayfa: 83)
"Evvelce de söylediğimiz gibi, organ naklinde ölü denilen bedenden aldığımız kısım henüz canlıdır. O halde bedenin bir kısmı el'an canlı olan bir insana ölü denilebilir mi? Başka bir deyimle, hangi organlarımız ölürse bütün bedeni ölü olarak kabul edebiliriz? Ve nihayet, ölüm halinin sür'atle tespiti mümkün müdür? Görülüyor ki bütün bu sorular organ nakli ile başlamıştır. Malûmdur ki, antik çağda değil organ nakli, disseksiyon, yani ölü bedeninin öğrenim için kesilip biçilmesi ve otopsi, yani hastalık teşhisinin kesinlikle yapılabilmesi için ölü bedeninin açılması bile yasaktı. Çünkü insan bedeni kutsaldı." (Sayfa: 83)
"Ancak ölülerden alınan canlı organların nakli bugün tıp ahlâkı ve hukuk bakımından büyük bir problem yaratmıştır. Çünkü yukarıda da söylediğimiz gibi hekimin ilk vazifesi 'hayata saygı göstermek' ve ondan sonra da 'zarar vermemektir'.
Henüz ölüm hali kesinlikle tanımlanmadan bir insanın kalp gibi en hayati bir organını almak bizce her iki prensibe de aykırıdır. Zira 24 Nisan 1968'de gazetelerde okuduğumuz gibi köylülerin öldü diye bıraktıkları bir yaralı saatler sonra Adana'da hekimlerin elinde hayata kavuşmuştur. Yani ölümün mutlak olarak tesbiti zamana bağlıdır. Halbuki organ naklinde gaye ölü bedenden alınacak organın canlı olmasıdır. O halde hukuken ölümü nasıl tesbit edebiliriz. Ve bu tesbit işinin çok kısa zamanda yapılması mümkün müdür?" (Sayfa: 83)
"Hukuk uzun asırlar ölümün tarifi ile meşgul olmuştur. Çünkü kişi hakları şahsiyetin-kişiliğin tekevvünü ile başlar ve gaybı ile biter. Filhakika Medeni Kanunun 27. maddesi;
'Kişilik çocuğun sağ olarak, tamamiyle doğduğu andan başlar ve ölüm ile nihayet bulur. Çocuk sağ doğmak şartiyle ana rahmine düştüğü andan itibaren medeni haklardan istifade eder.' der. Bunun içindir ki babalığın tayini ve veraset gibi haklara şüphe düşmesin diye eskiden boşanan kadınların iddet müddetlerine önem verirlerdi. Bu süre zarfında bir başka erkekle düşüp kalkması, hatta yeniden evlenmesi şiddetle yasaktı. Gene bu sebepledir ki klâsik hukuk ölümün tarifini de yapmıştır. Kanunlarımıza göre (ölüm şahsiyetin son bulduğu hal)dir ki bunun belirtileri de şunlardır:
1. Şuurun ve reflekslerin geri gelmemek üzere kaybı
2. Teneffüsün durması
3. Kalbin durması
4. Tansiyon arteriyelin sıfıra düşmesi.
İşte bu gibi önemli hayati fonksiyonlar kaybolunca ölüm hali tam olur ve böylece hem kişilik, hem de kişi hukuku ortadan kalkar.
Lâkin yukarda da belirttiğimiz gibi bugün tekniğin gelişmesi sayesinde bir çok insanlar teneffüsü ve kalbi durduktan uzun bir süre sonra yeniden hayata kavuşturuldukları gibi, bir çok insanlarda da ameliyat icabı teneffüs ve kalp uzun bir süre durdurulmakta fakat şahıs beden dışı sun'i cihazlarla yaşatılmaktadır. O halde teneffüs ve kalbin durması ölümün oluşması için kesin bir kriter olamaz. Kaldı ki şimdi bir de sun'i kış uykusu-Hibernation var ki bunda senelerce hareketsiz ve donmuş olarak kalan insanın yeniden diriltilmesi söz konusudur.
Şuurun ve reflekslerin gaybına gelince, Dr. Alp Reel ve Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel vak'alarında olduğu gibi uzun süre hatta senelerce bitkisel hayat yaşayan insanların da bu takdirde ölmüş olarak kabulleri gerekir. Halbuki muayyen şartlarla bu gibi insanlar çiftleşebilmekte hatta çocuk sahibi olmaktadırlar ki bu da ölüm ile bağdaşamaz. Görülüyor ki ölümde en kesin kriter üremenin ve rejenerasyon yani nesiçlerin kendi kendilerini tamir keyfiyetinin bir daha iade edilmeyecek şekilde durmasıdır.
Beyin ve sinir hücrelerinde esasen üreme ve tamir olmadığından beyin ve sinir sisteminin ölümü, sür'atle tayin edilebilir ki biz buna biyolojik ölüm diyoruz. Fakat ölümün hukuk bakımından tam olabilmesi için bu keyfiyetin diğer organlarda ve nesiçlerde de görülmesi gerekir ki bu da saatler, hatta günler ister.
Demek ki hukuk bakımından ölümün sür'atle tesbiti mümkün değildir. O halde insandan insana organ naklinden ya vazgeçeceğiz veyahut da bugünkü tıb ahlâkına veda edeceğiz. Tababet gibi kutsal bir mesleğin ahlâktan yoksun kalması, kaplanın kanatlanması kadar korkunçtur. O halde geriye bir çare kalıyor ki o da ya evvelce dediğimiz gibi sun'î organların gelişmesinin ve kullanışlarının pratik ve kolay hale gelmesini beklemek (Ek-9), veyahut da birkaç sene önce Amerika'da Reemtsma'nın denediği gibi hayvanlardan insana organ naklini başarmak ki, bu da bir biyolojik mes'eledir." (Sayfa: 84-85)
"Zira bugün herkes bilmektedir ki, insanlarda kan gurupları gibi doku grupları da çeşitlidir ve bu arada, hatta çözülmesi gereken başkaca bağdaşma mes'eleleri vardır. Bunlar çözülmeden organ nakli yararsızdır. Kaldı ki, bu mes'eleler çözüldükten sonra da insandan insana organ nakli gene gereksizdir. İdeal olan sunî veya dakron gibi plastik maddelerden hatta kauçuktan yapılmış yapma organları bu amaçla kullanabilmektir.
Ancak bundan sonradır ki organ naklinin toplumda uyandırdığı allerji son bulur. Sosyal ve hukuki problemler kadar etik, hatta dinî problemler de çözülür." (Sayfa: 82)
"Hekimin ilk vazifesi, ana karnına düştüğü andan itibaren hayata saygı göstermektir ve en az 2500 yıldır her hekim bu görevi yeminle güçlendirir. Onun için organ nakli Deontoloji'de büyük bir problem olmuştur." (Sayfa: 83)
"Evvelce de söylediğimiz gibi, organ naklinde ölü denilen bedenden aldığımız kısım henüz canlıdır. O halde bedenin bir kısmı el'an canlı olan bir insana ölü denilebilir mi? Başka bir deyimle, hangi organlarımız ölürse bütün bedeni ölü olarak kabul edebiliriz? Ve nihayet, ölüm halinin sür'atle tespiti mümkün müdür? Görülüyor ki bütün bu sorular organ nakli ile başlamıştır. Malûmdur ki, antik çağda değil organ nakli, disseksiyon, yani ölü bedeninin öğrenim için kesilip biçilmesi ve otopsi, yani hastalık teşhisinin kesinlikle yapılabilmesi için ölü bedeninin açılması bile yasaktı. Çünkü insan bedeni kutsaldı." (Sayfa: 83)
"Ancak ölülerden alınan canlı organların nakli bugün tıp ahlâkı ve hukuk bakımından büyük bir problem yaratmıştır. Çünkü yukarıda da söylediğimiz gibi hekimin ilk vazifesi 'hayata saygı göstermek' ve ondan sonra da 'zarar vermemektir'.
Henüz ölüm hali kesinlikle tanımlanmadan bir insanın kalp gibi en hayati bir organını almak bizce her iki prensibe de aykırıdır. Zira 24 Nisan 1968'de gazetelerde okuduğumuz gibi köylülerin öldü diye bıraktıkları bir yaralı saatler sonra Adana'da hekimlerin elinde hayata kavuşmuştur. Yani ölümün mutlak olarak tesbiti zamana bağlıdır. Halbuki organ naklinde gaye ölü bedenden alınacak organın canlı olmasıdır. O halde hukuken ölümü nasıl tesbit edebiliriz. Ve bu tesbit işinin çok kısa zamanda yapılması mümkün müdür?" (Sayfa: 83)
"Hukuk uzun asırlar ölümün tarifi ile meşgul olmuştur. Çünkü kişi hakları şahsiyetin-kişiliğin tekevvünü ile başlar ve gaybı ile biter. Filhakika Medeni Kanunun 27. maddesi;
'Kişilik çocuğun sağ olarak, tamamiyle doğduğu andan başlar ve ölüm ile nihayet bulur. Çocuk sağ doğmak şartiyle ana rahmine düştüğü andan itibaren medeni haklardan istifade eder.' der. Bunun içindir ki babalığın tayini ve veraset gibi haklara şüphe düşmesin diye eskiden boşanan kadınların iddet müddetlerine önem verirlerdi. Bu süre zarfında bir başka erkekle düşüp kalkması, hatta yeniden evlenmesi şiddetle yasaktı. Gene bu sebepledir ki klâsik hukuk ölümün tarifini de yapmıştır. Kanunlarımıza göre (ölüm şahsiyetin son bulduğu hal)dir ki bunun belirtileri de şunlardır:
1. Şuurun ve reflekslerin geri gelmemek üzere kaybı
2. Teneffüsün durması
3. Kalbin durması
4. Tansiyon arteriyelin sıfıra düşmesi.
İşte bu gibi önemli hayati fonksiyonlar kaybolunca ölüm hali tam olur ve böylece hem kişilik, hem de kişi hukuku ortadan kalkar.
Lâkin yukarda da belirttiğimiz gibi bugün tekniğin gelişmesi sayesinde bir çok insanlar teneffüsü ve kalbi durduktan uzun bir süre sonra yeniden hayata kavuşturuldukları gibi, bir çok insanlarda da ameliyat icabı teneffüs ve kalp uzun bir süre durdurulmakta fakat şahıs beden dışı sun'i cihazlarla yaşatılmaktadır. O halde teneffüs ve kalbin durması ölümün oluşması için kesin bir kriter olamaz. Kaldı ki şimdi bir de sun'i kış uykusu-Hibernation var ki bunda senelerce hareketsiz ve donmuş olarak kalan insanın yeniden diriltilmesi söz konusudur.
Şuurun ve reflekslerin gaybına gelince, Dr. Alp Reel ve Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel vak'alarında olduğu gibi uzun süre hatta senelerce bitkisel hayat yaşayan insanların da bu takdirde ölmüş olarak kabulleri gerekir. Halbuki muayyen şartlarla bu gibi insanlar çiftleşebilmekte hatta çocuk sahibi olmaktadırlar ki bu da ölüm ile bağdaşamaz. Görülüyor ki ölümde en kesin kriter üremenin ve rejenerasyon yani nesiçlerin kendi kendilerini tamir keyfiyetinin bir daha iade edilmeyecek şekilde durmasıdır.
Beyin ve sinir hücrelerinde esasen üreme ve tamir olmadığından beyin ve sinir sisteminin ölümü, sür'atle tayin edilebilir ki biz buna biyolojik ölüm diyoruz. Fakat ölümün hukuk bakımından tam olabilmesi için bu keyfiyetin diğer organlarda ve nesiçlerde de görülmesi gerekir ki bu da saatler, hatta günler ister.
Demek ki hukuk bakımından ölümün sür'atle tesbiti mümkün değildir. O halde insandan insana organ naklinden ya vazgeçeceğiz veyahut da bugünkü tıb ahlâkına veda edeceğiz. Tababet gibi kutsal bir mesleğin ahlâktan yoksun kalması, kaplanın kanatlanması kadar korkunçtur. O halde geriye bir çare kalıyor ki o da ya evvelce dediğimiz gibi sun'î organların gelişmesinin ve kullanışlarının pratik ve kolay hale gelmesini beklemek (Ek-9), veyahut da birkaç sene önce Amerika'da Reemtsma'nın denediği gibi hayvanlardan insana organ naklini başarmak ki, bu da bir biyolojik mes'eledir." (Sayfa: 84-85)