Ölüm Ne Zaman?
Yaratıcı olan Hazret-i Allah insanları mükerrem yaratmıştır. Azaları da mükerremdir, hürmete lâyıktır, alınıp satılması, bir işte kullanılması helâl değildir. İnsan vücudu ilahî bir emanettir. Öldükten sonra dahi kullanılamaz, vücudun azalarının tasarrufu ile ilgili bir hususta vasiyet edilemez.
Kaldı ki organlar insan tam olarak ölmeden alınmaktadır. Zira organ naklinin yapılabilmesi için nakil yapılacak organın canlılığını devam ettirmesi tıbbî bir zorunluluktur. Kalp durduktan sonra, kısa bir süre içerisinde bütün organlar ölürler ve organ naklinde kesinlikle kullanılamazlar.
"Beyin ölümü" denilen durumda beyninin öldüğüne karar verilen hastanın kalbi çalışıyor vaziyettedir. Nitekim İngiliz anestezi uzmanları bu durumdaki hastanın organları alınırken acı hissettiğini tesbit etmişlerdir.
"Beyin ölümü" kriteri ilk olarak 1968 yılında Harward Tıp Okulu'nda bu iş için toplanan komite tarafından kabul edilmiştir. Bu kavram organ nakli ile birlikte gündeme gelmiştir.
Halbuki ölüm, mahiyeti tam olarak bilinemeyen bir süreçtir. Ölüm "Kalp, beyin ve solunum fonksiyonlarının üçünün birden sona ermesi hali"dir. Ölüm halinin tamamlandığı böyle bir durumda ise organların kullanılabilmesi mümkün değildir. Mümkün olsa idi kadavraların organları kullanılırdı.
Bir hukuk dalı olan Adli Tıp öğretisinde ölüm şu şekilde tanımlanmaktadır:
"Kişiye canlılık kazandıran dolaşım, solunum ve sinir sistemi fonksiyonlarının, kendi başına çalışmalarının durması ve ancak birtakım yapay araçlarla bu fonksiyonlar tekrar faaliyete geçirildiğinde kendi başına çalışmaya gücü olmaması hâli ölüm demektir." (Şemsi Gök, Adli Tıp, 5. baskı, Filiz Kitabevi, İstanbul, 1983)
Bu hukuki tanımlamadan görüleceği gibi kalp ve solunum durmadan ölüm gerçekleşmemiş sayıldığına göre, bugünkü uygulamada kalbi çalışan bir hastayı beyni öldü diye organlarını alarak hayatına son vermek hukuken de bu işe vesile olanları mesuliyet altında bırakmaktadır.
"Görülüyor ki ölümde en kesin kriter üremenin ve rejenerasyon yani nesiçlerin kendi kendilerini tamir keyfiyetinin bir daha iade edilmeyecek şekilde durmasıdır.
Beyin ve sinir hücrelerinde esasen üreme ve tamir olmadığından beyin ve sinir sisteminin ölümü, sür'atle tayin edilebilir ki biz buna biyolojik ölüm diyoruz. Fakat ölümün hukuk bakımından tam olabilmesi için bu keyfiyetin diğer organlarda ve nesiçlerde de görülmesi gerekir ki bu da saatler, hatta günler ister.
Demek ki hukuk bakımından ölümün sür'atle tesbiti mümkün değildir. O halde insandan insana organ naklinden ya vazgeçeceğiz veyahut da bugünkü tıb ahlâkına veda edeceğiz." (Prof. Dr. Bedi N. Şehsuvaroğlu, Tıbbî Deontoloji, sh: 285)
Hülâsa; ölüm bedenden ruhun çıkmasıdır, çünkü nefes alıp veren ruhtur.
"Can boğaza dayandığında." (Vâkıa: 83)
"Artık gözünüzü açın! Ne zaman ki can köprücük kemiğine dayanır." (Kıyâmet: 26)
Yaratıcı olan Hazret-i Allah insanları mükerrem yaratmıştır. Azaları da mükerremdir, hürmete lâyıktır, alınıp satılması, bir işte kullanılması helâl değildir. İnsan vücudu ilahî bir emanettir. Öldükten sonra dahi kullanılamaz, vücudun azalarının tasarrufu ile ilgili bir hususta vasiyet edilemez.
Kaldı ki organlar insan tam olarak ölmeden alınmaktadır. Zira organ naklinin yapılabilmesi için nakil yapılacak organın canlılığını devam ettirmesi tıbbî bir zorunluluktur. Kalp durduktan sonra, kısa bir süre içerisinde bütün organlar ölürler ve organ naklinde kesinlikle kullanılamazlar.
"Beyin ölümü" denilen durumda beyninin öldüğüne karar verilen hastanın kalbi çalışıyor vaziyettedir. Nitekim İngiliz anestezi uzmanları bu durumdaki hastanın organları alınırken acı hissettiğini tesbit etmişlerdir.
"Beyin ölümü" kriteri ilk olarak 1968 yılında Harward Tıp Okulu'nda bu iş için toplanan komite tarafından kabul edilmiştir. Bu kavram organ nakli ile birlikte gündeme gelmiştir.
Halbuki ölüm, mahiyeti tam olarak bilinemeyen bir süreçtir. Ölüm "Kalp, beyin ve solunum fonksiyonlarının üçünün birden sona ermesi hali"dir. Ölüm halinin tamamlandığı böyle bir durumda ise organların kullanılabilmesi mümkün değildir. Mümkün olsa idi kadavraların organları kullanılırdı.
Bir hukuk dalı olan Adli Tıp öğretisinde ölüm şu şekilde tanımlanmaktadır:
"Kişiye canlılık kazandıran dolaşım, solunum ve sinir sistemi fonksiyonlarının, kendi başına çalışmalarının durması ve ancak birtakım yapay araçlarla bu fonksiyonlar tekrar faaliyete geçirildiğinde kendi başına çalışmaya gücü olmaması hâli ölüm demektir." (Şemsi Gök, Adli Tıp, 5. baskı, Filiz Kitabevi, İstanbul, 1983)
Bu hukuki tanımlamadan görüleceği gibi kalp ve solunum durmadan ölüm gerçekleşmemiş sayıldığına göre, bugünkü uygulamada kalbi çalışan bir hastayı beyni öldü diye organlarını alarak hayatına son vermek hukuken de bu işe vesile olanları mesuliyet altında bırakmaktadır.
"Görülüyor ki ölümde en kesin kriter üremenin ve rejenerasyon yani nesiçlerin kendi kendilerini tamir keyfiyetinin bir daha iade edilmeyecek şekilde durmasıdır.
Beyin ve sinir hücrelerinde esasen üreme ve tamir olmadığından beyin ve sinir sisteminin ölümü, sür'atle tayin edilebilir ki biz buna biyolojik ölüm diyoruz. Fakat ölümün hukuk bakımından tam olabilmesi için bu keyfiyetin diğer organlarda ve nesiçlerde de görülmesi gerekir ki bu da saatler, hatta günler ister.
Demek ki hukuk bakımından ölümün sür'atle tesbiti mümkün değildir. O halde insandan insana organ naklinden ya vazgeçeceğiz veyahut da bugünkü tıb ahlâkına veda edeceğiz." (Prof. Dr. Bedi N. Şehsuvaroğlu, Tıbbî Deontoloji, sh: 285)
Hülâsa; ölüm bedenden ruhun çıkmasıdır, çünkü nefes alıp veren ruhtur.
"Can boğaza dayandığında." (Vâkıa: 83)
"Artık gözünüzü açın! Ne zaman ki can köprücük kemiğine dayanır." (Kıyâmet: 26)