"ORGAN NAKLİ"NİN TIBBÎ MAHZURLARI
(Bu yazı Mart 1994 tarihli Hakikat Dergisi'de aynı başlıkla yayınlanan makaleden kısaltılarak alınmıştır.)
Hekim olmak onurunu taşımak, insana, hayatiyete, dokuya saygı prensibi ile paraleldir.
Bugün için tıbbın yüz akı gibi görülen ve gösterilen organ nakli yöntemi bu saygı sınırının dışına çıkmanın da ötesinde insan orjinalitesine aykırıdır. Çünkü her birey genetik şifresinde belirli kendisine has özellikler taşır. Ve bu orjinalliği savunacak bir takım mekanizmalarla donatılmıştır. ... Başka bir bedene ait doku parçasını, vücut kendisine yabancı kabul eder ve bağışıklık sistemiyle atmaya çalışır. .... Tıbbın bugün ulaşabildiği en üstün tenolojiyle uygun bulunan organın bile rejeksiyonu (vücut tarafından reddedilmesi) mümkündür. Çünkü insan orjinal yaratılmıştır, hiç kimsenin doku ve organı, tıpkı parmak izinde olduğu gibi diğerinin aynı değildir. Bu yüzden nakil işleminden sonra hasta bağışıklık sistemini baskılayan ilaçları ömür boyu kullanmak zorundadır. Hasta, bu ilaçlara ait ciddi yan etkilere de maruz kalır. Örneğin bu amaçla kullanılan Kortizon, kanşekerinin yükselmesi, ülser, kemik erimesi, yağlanma gibi daha pek çok yan etkisi olan, hekimlerin tabiriyle iki ucu keskin bıçaktır. Bu yan etkilere karşı da sürekli tıbbi tedavi uygulanır. Bağışıklık sistemi baskılandığı için, vücudun kanser ve enfeksiyona karşı savunması kırıldığından organ alıcısına transplante edilmiş organa ait fonksiyon kazandırılırken basit bir mantar enfeksiyonu ile hasta kaybedilebilir. ....
... Çağımızın en büyük vebası olan AİDS hastalığı da; vücudun bağışıklık sisteminin komple defekte uğramasıdır. Hastanın bağışıklığını tamamen baskılamasıdır. İşte organ trasplantasyonunda klinik anlamda buna benzer görüntü elde ediliyor. Bu yüzden organ transplantasyonu gerçekleştirilen hastalar mikroplardan korunmak için maske ile geziyorlar.
... güçlü bağışıklık rejimlerinin ortaya çıkması ile reddetme potansiyeli olan alıcılar bile transplantasyon için uygun sayılmaya başlanmıştır. Fakat, düşünülmesi gereken nokta şu ki: Tıpta uygulanan her yöntem insanın tabii fizyolojik şartlarına en yakın, en uygun olması esasını taşırken, nakil yönteminde beden fonksiyonunun tabii gerçeğinin baskılanması suretiyle bu yöntemde başarı elde ediliyor olması...
... Her organ hayatiyeti devam ettirecek kapasitenin bir kaç kat fazlasıyla yaratılmıştır. Verici şahıstan çift olan organdan birini almakla bu kapasite yarı yarıya düşürülmüş olur. .... Ayrıca tebabet icrasının ilk kuralı olan "Önce zarar verme" prensibinin dışına çıkılmış olacağından hekimlik yeminine de aykırıdır. Zira her ameliyat bir travmadır. Ve her anestezi risk taşır. Tamamen sağlıklı bir insanı, ameliyat edilmesi suretiyle bu riske maruz etmek; ... insana zarar vermek demektir. ...
... Bir insan herkesin bildiği anlamda öldükten sonra artık ondan çıkartılacak organ genellikle işe yaramaz.
İlk bakışta ölümün birden vücudu etkisi altına aldığı ve cansız bir cisim haline getirdiği zannedilir. .... Somatik ölüm veya gerçek ölüm diye tabir edilen beynin, kalbin ve solunumun fonksionlarını yitirmesinden sonra bile hayatiyete dair belirtilen izlenimler varken bu fonksionlardan yalnız beyne ait olanlar yitirilince hastanın ölü kabul edilmesi şeklindeki yasal düzenlemenin insan hayatına ve hekim ahlakına ne derece uygun olduğu düşünülmelidir.
... Organ transplantasyonunda kullanılacak vericiler hastanede ölen daha doğrusu öleceği bilinen hastalardır. Beyin geri dönüşümsüz hasara uğramış, solunum ve kalp çalışması yapay yöntemlerle sağlanan hasta, bu yapay aygıtlar çalıştırıldığı müddetçe hayattadır. Modern tıbbın insan hayatına saygılı(!) mensuplarının "Kalbi çarpan kadavra" dediği bu durumdaki insandan bir yandan organı çıkartılırken bir yandan alıcı hazırlanır. Vericinin aygıtını çıkartmak için ya suni aygıtları durdurup kalp durana kadar beklenir, veya aygıtı durdurmadan doğrudan doğruya bir canlıda ameliyat yapar gibi çalışılır. ... Halbuki tıbbi olarak ölmesine kesin gözüyle bakılan hastalara bile mevcut tüm şartları kullanmak hekimin vazifesidir. Suni yaşatma aygıtlarına hastayı bağladıktan sonra aygıttan hastayı çıkartmaya (ki bu noktadan sonra hayata dönmek ihtimali hemen hiç olmasa da, hasta yakınının bu yöndeki arzusu ve talebi olsa bile) deontolojik olarak (hekimlik ahlâkı) hekimin hakkı yoktur.
Geçtiğimiz yıllarda son dönem kanser hastalarını acılarından kurtarmak üzere Avrupa ülkelerinden birinde iki hemşire pek çok hastayı ilaç kullanarak öldürmüş ve yaptıkları "Suç" kabul edilerek yargılanmışlar ve dünya basınında skandal oluşturmuşlardı. "Acıyı dindirmek" gayesi nasıl bir hüsniniyet idi ve fakat olayın suç teşkil etmesine ve hemşirelerin yargılanmasına mani olmadı ise; "Başka bir hastayı tedavi etmek" gibi bir hüsniniyet de en küçük ve en basit anlamda hayat emaresi bulunan (Yaşayan tek bir hücresi olsa dahi) hastadan organ almak suretiyle hayatını sonlandırmak da "Suç" kabul edilmelidir.
Oysa ... hekimin hastaya yaklaşımındaki ilk prensibi olan "Önce zarar verme" ilkesini de çiğneyerek meslek yeminine ve meslek ahlâkına aykırılaşılmıştır.
(Bu yazı Mart 1994 tarihli Hakikat Dergisi'de aynı başlıkla yayınlanan makaleden kısaltılarak alınmıştır.)
Hekim olmak onurunu taşımak, insana, hayatiyete, dokuya saygı prensibi ile paraleldir.
Bugün için tıbbın yüz akı gibi görülen ve gösterilen organ nakli yöntemi bu saygı sınırının dışına çıkmanın da ötesinde insan orjinalitesine aykırıdır. Çünkü her birey genetik şifresinde belirli kendisine has özellikler taşır. Ve bu orjinalliği savunacak bir takım mekanizmalarla donatılmıştır. ... Başka bir bedene ait doku parçasını, vücut kendisine yabancı kabul eder ve bağışıklık sistemiyle atmaya çalışır. .... Tıbbın bugün ulaşabildiği en üstün tenolojiyle uygun bulunan organın bile rejeksiyonu (vücut tarafından reddedilmesi) mümkündür. Çünkü insan orjinal yaratılmıştır, hiç kimsenin doku ve organı, tıpkı parmak izinde olduğu gibi diğerinin aynı değildir. Bu yüzden nakil işleminden sonra hasta bağışıklık sistemini baskılayan ilaçları ömür boyu kullanmak zorundadır. Hasta, bu ilaçlara ait ciddi yan etkilere de maruz kalır. Örneğin bu amaçla kullanılan Kortizon, kanşekerinin yükselmesi, ülser, kemik erimesi, yağlanma gibi daha pek çok yan etkisi olan, hekimlerin tabiriyle iki ucu keskin bıçaktır. Bu yan etkilere karşı da sürekli tıbbi tedavi uygulanır. Bağışıklık sistemi baskılandığı için, vücudun kanser ve enfeksiyona karşı savunması kırıldığından organ alıcısına transplante edilmiş organa ait fonksiyon kazandırılırken basit bir mantar enfeksiyonu ile hasta kaybedilebilir. ....
... Çağımızın en büyük vebası olan AİDS hastalığı da; vücudun bağışıklık sisteminin komple defekte uğramasıdır. Hastanın bağışıklığını tamamen baskılamasıdır. İşte organ trasplantasyonunda klinik anlamda buna benzer görüntü elde ediliyor. Bu yüzden organ transplantasyonu gerçekleştirilen hastalar mikroplardan korunmak için maske ile geziyorlar.
... güçlü bağışıklık rejimlerinin ortaya çıkması ile reddetme potansiyeli olan alıcılar bile transplantasyon için uygun sayılmaya başlanmıştır. Fakat, düşünülmesi gereken nokta şu ki: Tıpta uygulanan her yöntem insanın tabii fizyolojik şartlarına en yakın, en uygun olması esasını taşırken, nakil yönteminde beden fonksiyonunun tabii gerçeğinin baskılanması suretiyle bu yöntemde başarı elde ediliyor olması...
... Her organ hayatiyeti devam ettirecek kapasitenin bir kaç kat fazlasıyla yaratılmıştır. Verici şahıstan çift olan organdan birini almakla bu kapasite yarı yarıya düşürülmüş olur. .... Ayrıca tebabet icrasının ilk kuralı olan "Önce zarar verme" prensibinin dışına çıkılmış olacağından hekimlik yeminine de aykırıdır. Zira her ameliyat bir travmadır. Ve her anestezi risk taşır. Tamamen sağlıklı bir insanı, ameliyat edilmesi suretiyle bu riske maruz etmek; ... insana zarar vermek demektir. ...
... Bir insan herkesin bildiği anlamda öldükten sonra artık ondan çıkartılacak organ genellikle işe yaramaz.
İlk bakışta ölümün birden vücudu etkisi altına aldığı ve cansız bir cisim haline getirdiği zannedilir. .... Somatik ölüm veya gerçek ölüm diye tabir edilen beynin, kalbin ve solunumun fonksionlarını yitirmesinden sonra bile hayatiyete dair belirtilen izlenimler varken bu fonksionlardan yalnız beyne ait olanlar yitirilince hastanın ölü kabul edilmesi şeklindeki yasal düzenlemenin insan hayatına ve hekim ahlakına ne derece uygun olduğu düşünülmelidir.
... Organ transplantasyonunda kullanılacak vericiler hastanede ölen daha doğrusu öleceği bilinen hastalardır. Beyin geri dönüşümsüz hasara uğramış, solunum ve kalp çalışması yapay yöntemlerle sağlanan hasta, bu yapay aygıtlar çalıştırıldığı müddetçe hayattadır. Modern tıbbın insan hayatına saygılı(!) mensuplarının "Kalbi çarpan kadavra" dediği bu durumdaki insandan bir yandan organı çıkartılırken bir yandan alıcı hazırlanır. Vericinin aygıtını çıkartmak için ya suni aygıtları durdurup kalp durana kadar beklenir, veya aygıtı durdurmadan doğrudan doğruya bir canlıda ameliyat yapar gibi çalışılır. ... Halbuki tıbbi olarak ölmesine kesin gözüyle bakılan hastalara bile mevcut tüm şartları kullanmak hekimin vazifesidir. Suni yaşatma aygıtlarına hastayı bağladıktan sonra aygıttan hastayı çıkartmaya (ki bu noktadan sonra hayata dönmek ihtimali hemen hiç olmasa da, hasta yakınının bu yöndeki arzusu ve talebi olsa bile) deontolojik olarak (hekimlik ahlâkı) hekimin hakkı yoktur.
Geçtiğimiz yıllarda son dönem kanser hastalarını acılarından kurtarmak üzere Avrupa ülkelerinden birinde iki hemşire pek çok hastayı ilaç kullanarak öldürmüş ve yaptıkları "Suç" kabul edilerek yargılanmışlar ve dünya basınında skandal oluşturmuşlardı. "Acıyı dindirmek" gayesi nasıl bir hüsniniyet idi ve fakat olayın suç teşkil etmesine ve hemşirelerin yargılanmasına mani olmadı ise; "Başka bir hastayı tedavi etmek" gibi bir hüsniniyet de en küçük ve en basit anlamda hayat emaresi bulunan (Yaşayan tek bir hücresi olsa dahi) hastadan organ almak suretiyle hayatını sonlandırmak da "Suç" kabul edilmelidir.
Oysa ... hekimin hastaya yaklaşımındaki ilk prensibi olan "Önce zarar verme" ilkesini de çiğneyerek meslek yeminine ve meslek ahlâkına aykırılaşılmıştır.